KİTABIN ADI : YA ADALET, YA SEFALET
YAZARI : Prof. Selçuk Şirin
ÇEVİRMENİ :- –
TÜRÜ : Araştırma-inceleme
YAYINEVİ : Doğan Kitap
SAYFA SAYISI : 230
YAYIMLANMA TARİHİ: Ocak-2023
BASKI SAYISI : 1. baskı
BAŞLADIĞIM TARİH : 27 Ocak 2023- 28 Ocak 2023 (Datça’dan İzmir’e, İzmir’den Dersim’e aktarmalı geldiğim otobüs yolculuğunda okudum).
BİTİRDİĞİM TARİH : 28 Ocak 2023
KİTABIN KONUSU : Daha yaşanır bir Türkiye için: 7 mesele 7 reçete.
KISACA YAZAR HK. : Daha önce, “YETİŞİN ÇOCUKLAR” ve “YETİŞİN GENÇLER” adlı iki çok değerli kitabından ve Hürriyet gazetesindeki köşe yazılarından tanıyorum. Şahsen hiç karşılaşmadık. Bu iki kitabını, çocukları olan yakınlarım ve tanıdıklarıma 2-3 düzine kadar alıp hediye etmişimdir. Ayrıca yolda, parkta, kafe ve restoranda, toplu taşım araçlarında vb nerede çocuklu bir aile görmüşsem yüzlercesine tavsiye etmişimdir. Tavsiye ederken de; hangi ilde isem Muğla, G.Antep, Dersim vd şöyle önerirdim: Bu iki kitabı alarak ve hem anne, hem de baba nitelikli okuyup çocuklarınıza hangi oranda uygularsanız o oranda, ilinizin tüm servetinden daha değerli bir servet bırakmış olursunuz. İliniz Muğla’nın tüm malı, mülkü, parası, pulu vd miras bırakmanızdansa bu kitaptaki bilgileri çocuklarınıza uygulayarak büyütmeniz daha değerli ve daha önemli bir miras olacaktır. Bu ironik ve çok iddialı önerimin karşısında gözleri fal taşı gibi açılan ebeveynler hemen cep telefonlarını çıkarıp kitapları bulurdu. Kimi anında cepten sipariş, kimi de sonra başka kitaplarla diyerek kaydederdi.
Neyse ben biraz da ŞİRİN (Selçuk Şirin. Fakat ben 5 yıl ilkokulda öğretmenliğimi yapan Şirin Yıldız hocamdan etkilenerek onu Şirin hoca diye hafızama kaydetmişim) Hocadan bahsedeyim. Benim kuşağım ve meslektaşım öğretmen bir babanın çocuğu olarak Kars’ın Göle ilçesinde dünyaya gelmiş. Yanılmıyorsam 8 kardeşlermiş. Çocuklar büyüyünce Öğretmen baba Göle’deki kendi köyünün öğretmenliğinden çocukları lise ve üniversite okusunlar diye Ankara’ya nakil yapıyor. Tabii ki on nüfuslu aile, ev kira ve tek öğretmen maaşıyla… Selçuk hoca lise ve OTTÜ de okurken yazları turizm bölgelerine giderek çalışıyor. Komilik, garsonluktan sonra turist rehberliğine kadar yükseliyor. Kuşadası’nda çalışırken bir İngiliz çifti ile tanışıyor. Bu çiftin sevgisini ve güvenini kazanınca onların da yardımıyla önce İngiltere sonra ABD’ye gidiyor. Lisans, yüksek lisans, doktora. Profluk. ve şimdi konusunda dünyanın en önemli akademisyenlerinden. Hani derler ya, adam dişiyle, tırnağıyla kazıyarak var olmuş. Şimdi de var ediyor. Şu bizim Kılıçdaroğlu’na 12 yıldır kırgın, kızgın ve küskünüm. Mahkemeye bile verdim. Ecevit’in Kemal Derviş’i ekonomi batarken 2001 de getirmesiyle ekonomi epeyce düzelmişti. Şimdi de ülkenin eğitim ve öğrenimi batmış. Kılıçdaroğlu eğer bu eğitim dehası Şirin Hocayı getirip önce MV sonrada MEB Bakanı yaparsa ben de kendisini affeder ve barışırım. Bir daha kendisine dava da açmam. Hadi bakalım, davamı geri çektiren aracı dostlar. Bu önerimi götürün kendisine. Hem partisi kazansın hem de ülkemiz kazansın.
KİTAPTAN ALINTILARIM VE ALTINI ÇİZDİĞİM CÜMLELER: Şirin hocanın “Yaşayan Anlatsın” formatına uyarak önce bir anımla başlayayım. 1975-76 yılları İstanbul, Şile, Darlık köyünde öğretmenim. Hızlı solcuyum (TİKKO). TÖB-DER şubemiz 16 m2 küçücük bir oda. Yaşar Kemal aynı yıllarda Şile Değirmen Otele yerleşmiş, DENİZ KÜSTÜ veya “AL GÖZÜM SEYREYLE SALİH” romanını yazıyor. Dinlenmek için ara verdiğinde TÖB-DER’e gelip bizimle sohbet ediyor. Dernekte 5-6 arkadaşız. Hatırladığım kadarıyla dernek başkanı Yusuf İlhan, Fikret, Zihni, Özcan vd iki arkadaş. Hararetli tartışıyoruz. Bir ara Yaşar abiye yüksek sesle şöyle haykırdım. Çocukluğumdan beri Vehpi Koç Ankara lastiği, gislavet vd leriyle beni nasıl sömürüyorsa siz de beni aynı şekilde sömürüyorsunuz. Yaşar abi ben nasıl sömürüyorum Memed’çiğim diye sordu? Ben de sizin tuğla kalınlığındaki İNCE MEMED’inizi ilkokul 4. sınıfta okudum. O mağarada Hatçe ile gerdeğe giren ince Memed değildi. Karşınızdaki Dersimli Memed’di ve bu benim ilk orgazmımdı. O çakırdikenleri de benim bacaklarımı kanatmıştı. O günden beri sizi okuyorum. Tüm kitaplarınızda hastalıklar, sorunlar çok iyi teşhis edilmiş ama hiç birinde hastalığa reçete yani çözüm yok. Vehpi Koç’da benden aldıkları paraları götürüp Avrupa’da yiyor. Sizde karınız İsveç’li olduğu için benden aldığınız paraları götürüp orada yiyorsunuz. Arkadaşlar bana saldırdılar. Ulan sen nasıl Yaşar abiye böyle dersin diye. Çözüm dediğin nedir ulan. Derim ulan. Çözüm devrimdir, dedim. Ve saygıyla andığım Yaşar abi yerinden kalkıp araya girerek şöyle dedi. Arkadaşlar İnce Memed dünyanın her tarafında eleştirildi. Ama hiçbir eleştirmen böyle sahici bir eleştiri yapamadı. Koluma girip beni dışarı çıkardı ve birlikte gezmeye başladık. Durmadan şöyle deyip gülüyordu. Demek Hatçe ile gerdeğe girdin ha, ha, ha, gülüyordu. Demek bacaklarına çakırdikenleri battı ha, ha, ha. Sonrasında Şile’ye savcı olarak atanan ismet Kemal karadayı ile tanıştırdı ve çabucak kanka oldular. Ondan sonra da hemen her akşam benim Esentepe Kır Gazinosunun baş müdavimleri oldular. Neyse konumuz değilken bu anıyı neden anlattığımı anlamışsınızdır.
İşte Şirin Hocanın kitabı benim için bu konuda bir ilk. Elbette amacım edebiyat devi Yaşar Kemal ile Şirin Hocanın araştırma- incelemesini kıyaslamak değil ve olamaz. Şirin hoca bu çok değerli ve önemli çalışmasında adeta Türkiye’nin röntgenini çekmiş. Ülkemizin acil ve kanamalı hastalıklarını, yaralarını en doğru şekilde teşhis ederek en doğru tedavi reçetelerini de yazmış.
Hata ve eksikleri yok mu? Elbette olacak. Bu hata ve eksikleri değerlendirmemin sonunda yapacağım. Kitabın tamamı çok değerli ve önemli ama beni en çok etkileyen şu beş bölüm oldu.
1- Bir eğitimci olarak 5. Bölümdeki eğitim konusu.
2- Çok mustarip olduğum 1. Bölüm deki adalet. Kitabı bitirince kitabın üst kapağındaki adını şöyle değiştirmişim. “MEMLEKETTEN GİTTİ ADALET, GELDİ SEFALET”
3- Ben kitabı okuduktan kısa bir süre sonra ülkemizin on ilinde meydana gelen ve on binlerce CAN’ımızı alıp götüren depremden sonra benim için bu işin bir tür sağlaması olan üçüncü bölüm. BARINMA: inşaat çok, ev yok.
4- Altıncı bölüm: Çevre; asfaltın altında kumsal var.
5- Yedinci bölüm: Toplumsal güven; karpuz gibi ortadan ikiye ayrılmış bir ülke.
Şirin Hoca akıl ve zekâ ile kitabını, Osman Kavala, S. Demirtaş, Şebnem Korur Fincancı, gezi direnişi tutsakları vd lerine adamış. Ben böyle anladım. Bu ithafı aynen buraya aktarıyorum.
“Daha yaşanır bir Türkiye için adalet talep eden, bedel ödeyen herkese…”
Umarım sizde benim gibi anlamışsınızdır. Şirin hoca kitabın metodolojisinde ilk olan bir yenilik getirmiş. Konda gibi güvenilir araştırma kurumları ile Ferhat Kentel gibi saygın akademisyenlerin araştırmalarını kullanmış. Anlaşılır ve açıklayıcı istatiskler kullanmış. Şimdi altını çizdiğim cümleler ve aldığım kenar notlarını sayfa numaralarıyla veriyorum.
BİRİNCİ BÖLÜM: Türkiye’nin ikinci yüzyılı; Ya adalet, ya sefalet:
“Çok değil 10 yıl evvel ilk 10 ekonomi hedefine koşan ülke, bu gün ilk 20 arasında kalmak için muhasebe oyunları yapar oldu. Kişi başı milli gelir üçte bir oranında azaldı. İşsizlik iki haneyi, enflasyon üç haneyi gördü. Eğitimde ilk 40 ülke arasında yokuz artık. Sağlıkta mirası tüketmek üzereyiz, buna ek olarak barınma krizi kapıda. Ülkenin her yanında günü kurtarmak için çevre, doğa ve tarihi varlıklar heba ediliyor. En önemli insan sermayesi varlığımız olan gençler, kıt kaynaklarla yetiştirdiğimiz doktorlar, mühendisler, girişimciler ya sistemin dışına atılıyor ya da başka ülkelere gitmenin yolunu arıyor. Son yıllarda yapılan tüm saha çalışmalarının gösterdiği gibi ülke iyiye gitmiyor.” S. 19/20
“2002 de 3500 dolar olan kişi başı gelir 2013 te pik yaparak 12 000 dolar bariyerini aşıyor. O tarihlerde ortaya çıkan 2023 vizyonunda kişi başı gelir hedefi 25 000 dolar olarak netleşiyor. 2013 ten sonra Türkiye çıktığı bu zirveden tepe taklak aşağıya yuvarlanıyor. Geldiğimiz noktada kişi başı gelir üçte bir azaldı.” S.22 Bu noktada Şirin Hoca yanılmış veya iyimser davranmış. Bana göre hızla 2002 kriz dönemindeki 3500 dolara doğru iniyoruz. Yani kişi başı gelirin üçte biri değil üçte ikisi gitti.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: Barınma; inşaat çok ev yok.
“Bakın, benim ders verdiğim okul NYU (Newyork üniversitesi) kendi kampüsünde yaptığı imar değişikliği için bile mahalle sakinleriyle pazarlık yaptı. Hem de yerel yönetimin çıkardığı ciddi faturayı ödedi. Bu faturanın içinde doğrudan belediyenin kasasına yapılan ödemenin dışında bir de yerel halkın ihtiyaçlarını gideren okul ve itfaiye hizmet binalarının yapımı var. İmar değişikliklerinin ranta dönüşmesinin nedeni, elde edilen kazancın haksız yere ve usulsüz bir şekilde bir kişi ya da şirkete aktarılmasıdır.” S.78
Alın size İmamoğlu’ndan önceki AKP Belediyesinde somut bir örnek.
“İstanbul’da bir önceki dönem haksız yere onay verilen 130 inşaat projesinin yarattığı rant.
• İBB’nin 2022 bütçesinin 21 katına denk.
• TOKİ’nin 18 yıllık kentsel dönüşüm faaliyetlerinin 8 katına denk.
• Türkiye’de öncelikli olarak dönüştürülmesi gereken 6,7 milyon konutun yenileme bütçesi kadar”
Ben bu satırları yazarken depremdeki ölü sayısı 35 418 yaralı sayısı ise 105.505 e çıkmıştı. Bu alıntıları yaparken yine dalıp gittim. Yukarıdaki rant yandaşların, hırsızların, namussuzların cebine değil de devletin kasasına girseydi, bununla kentsel dönüşümde depreme dayanıklı konutlar yapılabilirdi. Yukarıda depremin değil çürük binaları yapan hırsız müteahhitlerin ve bu çürük binalara onay veren namussuz devlet yeklililerinin öldürdüğü 35 418 vatandaşımızın 35 000 şimdi yaşıyor olup yalnızca 418 zi ölmüş olabilirdi. Aynı şekilde yaralı sayısı da 105.505 yerine 505 te kalabilirdi.
“Türkiye’nin 2022 itibariyle yıllık ortalama konut talebi yaklaşık 800 bin. Yani her sene 800 bin yeni konuta ihtiyacımız var. Bu talebin üçte ikisini karşılıyoruz. Yıllara göre değişse de bazı seneler çeyrek milyonu aşkın konut talebi karşılanmamış oluyor.” S. 86
Bu depremde binlerce binanın da yıkıldığını düşünürsek var olan konut açığının büyüme oranını ve konut rantçılarının önümüzdeki dönemdeki kazançlarını da siz hesaplayın.
ALTINCI BÖLÜM: ÇEVRE: Asfaltın altında kumsal var.
Aslında en çok ilgilendiğim ve beni sarsan eğitim ve çevre bölümlerini yazarsam yazının çok uzayacağını bildiğimden atlayacaktım. Bu iki bölümden alıntılarla ayrı bir makale yazmayı düşünüyorum. Fakat çevre konusunda aşağıda aktaracağım bu çarpıcı hususları aktarmadan geçemedim.
“Daha somut olarak söyleyelim: Türkiye’de bu gün doğan bir çocuk eğer şimdi bir müdahale olamazsa kendisi şu anki yöneticilerin yaşına geldiğinde denizleri 1 metre yükselmiş, dereleri kurumuş, Konya’dan Urfa’ya uzanan geniş bir alanı çöle dönmüş bir ülkede yaşayacak.” S. 158
Daha torunlarımıza kalmadan çocuklarımızın da geleceğini harap etmiş olacağız.’ Kalkınma uğruna çevreden vazgeçilebilir’ saçma teziyle çevre kalkınmaya kurban ediliyor. Oysa kalkınma çevreye kurban edilebilir. Akılcı bir denge ile bu iş kurbansız da çözülür.
“OECD İYİ YAŞAM ENDEKSİ İLE BAŞLAYALIM. OECD bir ülkede çevreye dair yaşam kalitesini ölçerken bazı temel kriterler kullanıyor. Bunların ilki hava kirliliği ölçeği olan PM2.5. Özellikle kent merkezlerinde artan hava kirliliği nedeniyle solunum yolu hastalıklarından astım ve akciğer kanserine yol açabiliyor. 2050 ye geldiğimizde dünyadaki erken ölümlerin birinci sebebi havadaki bu zehirler olacak. Dünya sağlık örgütü yıllık 10 mikrogramın üstünü sağlığa zararlı alan sayıyor. Türkiye’de PM2.5 seviyesi 27.1 mikrogram. Bu oran OECD ülkeleri ortalamasının iki katı.” S.165
Çağdaş batı ülkeleri termik santral ve HES’lerden dönerek enerji ihtiyaçlarını doğal kaynaklar olan güneş ve rüzgârdan karşılıyor. Türkiye ise hala 20 tane daha termik santral projesi yapıyor. Ruslarla yapılmakta olan nükleer santrallerde işin cabası.
“Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın 2006 yılında çıkardığı Türkiye Rüzgâr Enerjisi Potansiyeli Atlas’ına göre, Türkiye enerji ihtiyacının yarısını sadece rüzgârdan sağlayacak potansiyele sahip. Aynı şekilde Enerji ve Tabii kaynaklar Bakanlığı’nın yapmış olduğu ‘Güneş enerjisi Potansiyeli Atlas’ına göre, Türkiye sadece güneş enerjisiyle tüm elektrik ihtiyacını karşılayabiliyor.” S.172
Bu inatçı ısrar neden? Niçin? Nasıl?
Osmanlı matbaayı 274 yıl geciktirerek halkını 274 yıl uygarlık ve ilerlemeden geri bıraktırdı. Bakalım günümüzde bizi yöneten bu zihniyet bu inadıyla bizi ne kadar geriletecek?
YEDİNCİ BÖLÜM: Toplumsal güven; karpuz gibi ortadan ikiye ayrılmış bir ülke.
Bu bölüm benim yıllardır çok önemseyerek emek harcadığım bir bölüm. Şirin Hoca’nın “YAŞAYAN ANLATSIN” başlığı altında tanıklara anlattırdığı gibi ben de kendi deneyimlerden bir iki örnek aktaracağım.
ÖRNEK-1: Otuz beş yıl önce Marmaris’te inşaat malzemeleri satarken Of’lu ve MHP Marmaris İlçe Başkanlığını yapan inşaat kalfası Ömer Yalçınkaya’nın müşterim olmasıyla tanışıklığımız başladı. Bir süre izledikten sonra baktım ADAM’ın hası. Konuşmaya başladık. O benim 3K lı (Kızılbaş, Kırmanç, Komünist) olduğumu biliyor. Ben de onun MHP ilçe Başkanı ve laz olduğunu biliyorum. Özellikle politik konularda ki konuşmalarımızda ikimizde baktık ki örtüşen taraflarımız ayrışan taraflarımızdan daha fazla. Karşılıklı saygı sevgi ve güven oluştu. Arabamla İçmelerden Marmaris’e geliyordum. İçmeler’in çıkışında baktım Ömer bir kalabalığın içinde gerilimli bir ortamda. Arabayı sağa çekip durunca baktım bizim Kürtler Ömer’i çevirmiş dövecekler. Selam verdim ve hayrola beyler ne oluyor? Çoğu beni tanıyan Kürtler saygıyla, Apo inşaatında çalışıyoruz haftalardır tek kuruş alamıyoruz. Memlekete çoluk çocuğa para gönderemiyoruz dediler. Ömer’in TİSK Başkanı Halit Narin’in otelini yapan mimar Mümtaz Küçükkasap’a kalfalık yaptığını bildiğimden kızarak bağırdım. Ulan ahmaklar bu Ömer bey de sizin gibi bir çalışan değil mi? Paranızı verecek olan Halit Narin veya Mümtaz değil mi? İçlerinden öncü olan Şehmuz, ama Apo biz onları tanımıyoruz ki, bizi bu işe aldı. Oğlum işe alana değil, işin sahibine gideceksiniz dedim ve Ömer’i arabama alıp geldim. Sonra onlara şu taktiği verdim. Siz orada çalışıp parasını alamayanlar kaç kişisiniz? Dediler 30-40 kişiyiz. Dedim hepiniz toplanın, inşaat kıyafetlerinizle şalvarl, harçlı, boyalı ve lastik çizmeli olarak gidip Halit Narin’in açık olan Martı otelinin lobisinde oturun. Sabahtan akşama kadar. Yalnız çay için. Apo bizi içeri atmazlar mı? Korkmayın arkanızda ben varım dedim. Kürtler dediğimi yaptı. Otel müdürü Halit Narin’e Kürtler oteli bastı. Gelip gören müşteri kapıdan dönüyor. Oteldeki müşteriler de oteli terk etmeye başladı demişler. Ertesi gün öğle olmadan paralar geldi. Kürtler de, Ömer ve Müteahhit Mümtaz’da aylardır alamadıkları alacaklarını aldılar. Ömer ile Mümtaz gelip beni tebrik ettiler. Teşekkürlerini de ocak başı davetine götürerek ilettiler. Ömer içki kullanmazdı. Ben ve Mümtaz yedik, içtik.
ÖRNEK 2: Kenan Evren yazdığım bir makalede kendisine hakaret ettiğim iddiasıyla bana dava açmış. Yıl 2004. Dostlarım olan Türk savunma devi iki avukat Burhan Apaydın ve Balıkesir Barosunun efsanevi Başkanı Turgut İnal arayarak gelip beni savunacaklarını söylediler. Ben Marmaris’teki avukatım ve dostum Av. Meral Öndersev’e sonsuz güvendiğimden Burhan abinin yaş ve sağlık sorunlarını bildiğimden sonra ihtiyaç doğarsa diyerek erteledim. Fakat Turgut inal bey geldi. İstanbul medyası gazeteci dostlar otobüs tutmuşlar. Duygu Asena onları taksim meydanından uğurlarken beni arayarak; “Dersimli dostum, hastalığım bedenen oraya gelmeme engel ama ruhum ve kalbimle oradayım, seninleyim” deyince gözlerim yaşardı. Kanserin ilerlediğini biliyordum. Şükranla anıyorum. Bursa ve İzmir medyası ayrı bir otobüs tutmuş geliyorlar. Ankara medyası ayrı. Birde Celalettin Can’ın yönetimindeki 78 liler bir otobüs tutmuşlar. Anlayacağınız Marmaris’te curcuna olacak. Adliyenin benim davam nedeniyle diğer tüm duruşmaları ertelediğini avukatlardan öğrendim. Bu arada Ömer MHP ilçe Başkanlığını genç bir arkadaşa kaptırmış. Duruşmadan bir gün önce Star ve Sabah gazetelerinin manşetlerinde şu haber: Marmaris Ülkücüleri ve MHP teşkilatı Karadere’de yol keserek basını ve 78 lileri Marmaris’e K. Evren duruşmalarına sokmayacak. Ortam çok gerilmiş durumda. Çalışan çocuklar gazeteleri önüme koyunca okuyup Ömer’i aradım ve ofisime çağırdım. Hemen geldi. Gazeteleri önüne koyarak çayını söyledim. Ömer okuyunca alı al, moru mor oldu. Bu işi yapan bu .mina kodiğum Temel’dur da. (Marmarıs’te MHP’li ülkücü Karadenizli gazeteci.) İlçe Başkanı eşeğini o kandurmuştur ağabey dedi.
Ömer hemen cep telefonundan D. Bahçeli’nin özel kalemini aradı. Ömer 20 yılı aşkın süre ilçe Başkanlığı yaptığından Bahçeli ile ilişkileri çok iyiymiş. Özel kaleme dedi ki Sayın Genel Başkan yerinde mi? Gelen yanıt, yolda geliyor. Ömer şöyle dedi; gelir gelmez Star ve Sabah Gazetelerini en üste koy ve G. Başkanın okumasını ve sonra beni ona bağlamanı rica ediyorum. Biz Ömer ile dördüncü çayları içerken telefon geldi. Tanık olduğum bu konuşmayı aynen aktarıyorum.
– Karşıdan nasılsın Ömer.
– İyiyim ellerinizden öperim Sayın Genel Başkanım. Star ve sabah Gazetelerine bakabildiniz mi?
– Evet okudum.
– Şimdi Sayın Genel Başkanum, ha burada solcu ve Alevi bir abimiz vardur. Solcidur ama adam gibi adamdur da. Biz yarın Kenan Evren ve darbecilerin yanında mi duracağuz? Yoksa bu abimizin yanında mı?
– Bahçeli, Ülkücüler darbecilerin yanında olamaz Ömer, dedi ve telefonu kapattı.
Aynı gün öğleden sonra tel emriyle Marmaris MHP ilçe Başkanı görevden alındı. Ömer yeniden ilçe başkanı oldu. Bu işe öncülük eden MHP ve Ülkücülerin İstanbul Başkanları görevden alındı. Ertesi gün bizde dışardan gelen destekçilerimizle duruşmamıza girdik. 78 liler “DARBECİLER YARGILANSIN” mitingi yaptı. Darbecilere yargılama yolu da böyle başladı.
ÖRNEK-3: Ömer’in Başkanlığını yaptığı Karadenizliler lokalinde iskambil oynuyoruz. Ömer’in MHP’li ve Karadenizli bir hemşerisi bana saygısızlık yapmaya kalktı. İki masa ötemizde oyun oynayan Ömer yerinden fırlayarak geldi. Ulan seni onun ayağının tırnağına kurban ederim …… küfür etti. Sen onun taşağunun kili olamazsun da. Çabuk özür dile. Fırın ve pasta hane sahibi olan bu önemli adama dediğini de yaptırdı.
Ömer 2006 da öldüğünde Kazakistan’daydım. Öğrendiğim akşam bir şişe votka ile bilgisayarımın başına geçerek şu başlığı açtım: ÖMER BAŞKANIN ARDINDAN.
Yüreğimden gelenleri zerre sansürlemeden yazıp gazetemiz DEĞİŞİM’e gönderdim. Yazının yayınlandığı gün gazetedeki yazımdan yüzlerce fotokopi çekilmiş. Birkaç gün sonra Marmaris’e dönüp taziyeye gittim. Taziye için gittiklerimden biri de Ömer’in dostu olup onun desteği ille seçilen Beldibi Belediye Başkanı Şaban beydi. Asker kökenli bu Başkan beni ve yanımdakileri büyük bir saygıyla karşıladı. Kahveleri içerken makamında Atatürk’ün resminin yanına çerçeveleyip astığı benim Ömer için yazdığım yazıyı indirip getirdi ve teşekkür etti. Abi dedi, tüm ülkücüler Ömer abi gibi, tüm solcular da senin gibi olsalardı ne yüzlerce gencimiz heder olurdu, ne de memleket bu hale gelirdi. Güzel düşünce aman duymasınlar. Sen bizi düşmanlaştıranların ekmeğiyle oynuyorsun Başkan dedim. Yıllar sonra Ömer’in iki kardeşiyle karşılaştım. İkisi de cüzdanlarında itinayla sakladıkları o yazımı çıkarıp gösterdiklerinde duygulandım.
ÖRNEK-4: 2010 Referandumundan sonra 12 Eylülde Kahraman Maraş, Afşin’de işkencede katledilen kardeşim Ali Ekber Yürek için suç duyurusunda bulundum. Kahramanmaraş, Afşin ve Elbistan üçgeninde dolaşıp duruyorum. Savcıya delil ve tanık toplamaya çalışıyorum. Altı yılım böyle geçti. Bir yandan da 1978 Kahramanmaraş Alevi katliamını araştırmaya başladım. Her Alevi gibi benim kafama da Maraş canavarı ve Alevi katili olarak Ökkeş Kenger sokulmuş. Kafaya koydum. Ben gidip bu Ökkeş ile konuşacağım. Ankara’ya gidip AKP MV li dostum Selçuk Özdağ’dan rica ettim. Hemen arayıp randevu aldı. Balat’taki ofisine gittim. Büyük bir saygı ile karşıladı beni. Uzun sohbet ettik ve ayrıldım. Benim Maraş’ta kardeşim için verdiğim mücadeleyi takdirle izlediğini ve eğer kabul edersem elinden gelen yardımı yapacağını söylemesi beni memnun etti. Birkaç kişiye telefon etti ve “güzel bir abimizi size gönderiyorum, elinizden gelen ne varsa yardımcı olun” diye talimat verdi. Aylar sonra ikinci bir Ankara ziyaretimde Ökkeş’i aradım. Onun arkadaşı da olan ülkücü dostum ve avukatım Hasan İlter ve Av Fikret Babaoğlu (12 Eylülde ağır işkencelere uğramış Maraş DEV-YOL liderlerinden) ile birlikte bir akşam yemeğine davet ettim. Masaya iki Kızılbaş komünist ile iki ülkücü ‘faşist’ olarak oturduk. Ökkeş dini inancı gereği alkol kullanmıyor. Bizim Fikret’te ilaç almış içemiyor. Av Hasan ben viski içerim dedi. Kendime 35 lik rakı Hasan’da viski söyledim başladık sohbete. Sohbet ilerledikçe birde baktım ki, Ökkeş ile bizim Fikret Babaoğlu çocukluk arkadaşıymış. Fikret’in babası ağa, geniş araziler ve çiftlik sahibi. Ökkeş’in babası da topraksız köylü ve Fikret’in babasının marabası, kâhyası. Sözü alan Ökkeş; abi dedi ben çocuktum bunun babasının tarlalarında ırgatlara içme suyu taşırdım. Babası da bana iki buçuk lira verirdi. İyi paraydı. Peki, Fikret ne yapardı dedim. O çalışmazdı kısa pantolonla bisikletle gezerdi. Yahu bu ne tezat be dedim. Aslında onun ülkücü senin komünist olman gerekir. Ne yapalım, kader bizi böyle yaptı dedi Ökkeş. Yoğun araştırmalarımdan Ökkeş’in Maraş katili olmayıp aksine Maraş kurbanı olduğunu anladım. Benden sonra bu gerçeği görüp kitaplaştıran kişi Orhan Gazi Ertekin’dir. Yazdığı Maraş katliamı kitabı bu konuda yazılanların en hakikisidir. O da Ökkeşin’in kurban olduğunu yazar. Bizim ahmak Alevilerin birçoğu hala Derin devletin Türkeş’in ve MİT’in Adana Bölge Başkanı eliyle yaptığı Maraş katliamını köylü ırgat çocuğu olan gariban Ökkeş’e yıkarak kolayca işin içinden sıyrılıyorlar. Tabii bu da bir derin devlet politikası. Ökkeş hala benim çok değerli bir dostum ve birçok çakma, sahte solcudan daha değerli.
Tüm bu yaşanmışlıklarımla kafanızı neden şişirdim? Yıllardır 4K (Konuşalım, Karışalım, Kaynaşalım, Kardeşleşelim) üzerinde çalışıyorum. Hatta şu sıralarda bu düşüncemi hayata geçirmek için 4K YÜREK VAKFI kurarak tüm malvarlığımı bu vakfa miras bırakma çabasındayım. Bu vakfın ana gayesi; çağdaşlaştırılmış Köy enstitüleri anlayışıyla insanları bir araya getirip eğiterek konuşturmak, kaynaştırmak, karıştırmak ve kardeşleştirmek.
Şimdi Şirin Hocanın “karpuz gibi ortadan ikiye bölünmüş toplum” dediği ayrıştırılmış halimize bakalım.
“Hayatımızı tehdit eden sorunları ancak bize benzemeyenlerle bir araya gelerek çözebiliriz.” S.183
“Hayatın çok farklı katmanlarından gelen bireyler olarak eskiden hiç olmadığı kadar birbirimizle anlaşmak, ortaklaşa problem çözmek zorundayız.” S.184
“Kutuplaşmanın sebeplerinden biri, başkalarına duyduğumuz güvensizliklerin tahrik edilmesidir. Kahramanlar ile hainler sık sık yer değiştirir bu ülkede.” S.185
“Geldiğimiz yer sosyal kimliğimizi çok ciddi bir boyutta belirliyor. Hem kendimizi hem de başkalarını bu coğrafi kod üzerinden değerlendiriyoruz. Tanıştığımız insanlara ilk sorduğumuz sorulardan birinin ‘nerelisin’ olması boşuna değil. Daha karşımızdakini hiç tanımadan geldiği yere bakarak onun hakkında bir yargıya varıyoruz. Bu yargıları realiteyle kontrol edemediğimizde ön yargıya dönüşüyor. Bu ön yargılar yaygınlaşarak karşımıza sosyal kimlik bazlı ayrışma olarak çıkıyor. Öyle olunca da Türkiye’de bölgecilik, aslında “light” etnik ayrımcılığın bir kılıfı olarak kullanılıyor. Bunun en somut örneği, kırdan ve özellikle Doğu ve Güney Doğu bölgelerinden gelenlere yönelik ayrıştırıcılığa dönüşüyor” s.187
“ Bir kurumda birisi işe alınacaksa bir Rizeliyle bir Dersimli gittiğinde Rizeli yüzde 75 önde başlar. Dersimlinin yüzde 25 şansı ya vardır ya yoktur. Belki hiç yoktur. Çünkü Devletin böyle duygusal bir aklı var. Bu bir devlet sorunu.” S.187
20 yaşındaki üniversite öğrencisi anlatıyor.
“Şu açığa çıkıyor mesela: nerelisin? Mardinliyim. Ha iyi sen de insansın ya. Bu da beni irite ediyor. Sen Kürtlere benziyorsun. Ya da benzemiyorsun. Sanki böyle 4 kollu, beş bacaklıymışız da sonradan bu hale gelmişiz gibi. Böyle öteki bir düşünceyle bakıyorlar ki, ben de bu algıyı sevmiyorum.” S.188
Dine ve mezhebe dayalı ayırımcılık.
“ Türkiye’de din üzerinden dindarlık üzerinden geçmişi olan bir ayırımcılık var. Kimi zaman örtünme, kimi zaman sakal, kimi zaman da mezhepler üzerinden ilerleyen ayrıştırıcı yaklaşım, bizim gibi laik bir ülkede hala çok ciddi sorun olarak karşımızda duruyor. Ben mesela Cuma namazına gitmeyenlerin bizim mahallede veya çevrede ayırımcılığa uğradığını gördüm. Yani onlara, “Bunlar inançsız kâfir, dinsiz, insan Cuma namazına gitmez mi” falan deniyor. “ Hristiyanlar bile kiliseye gidiyor Pazar günü, bunlar niye gitmiyor.” Falan gibisinden ayırımcılık gördüm ben.” S.188
Ayırımcılığa uğrayan Alevi bir kadın anlatıyor.
“ En basitinden ne diyeyim bir ramazan ayında bir Alevi çocuğun oruç tutmadığı için Tokat’ta bir tane köprü vardır, altından su geçer. Oraya atıldığını biliyorum ben. Mesela ben Sakarya üniversitesinde yurda yazıldım. Ramazan ayında marketten su almak istedim. Adam bana suyu satmadı. Bu yurtta beni oruç tutmaya ve namaz kılmaya mecbur bıraktılar. Ben o yurttan atıldım ve gitti param. Benim yurttan atılmam bende çok büyük bir travma yarattı.” S.188-189
IPSOS Araştırma verilerinden aktarım:
“Türkiye’de kadınların başkalarına güven oranı yüzde 10’da kalıyor. Bu da bu konuda dünyada en düşük oran.” Toplumsal güvensizliğin en az olduğu ülkelerde ciddi bir siyasal kamplaşma ortaya çıkıyor.” S.191
Prof. Ferhat Kentel’in (2022) IPSOS araştırmasıyla örtüşen yanı.
“Türkiye’de halkın çoğunluğu (%54) başkalarına güvenmiyor. Her 5 kişiden sadece 1’i başkalarını güvenilir buluyor (%23). Köylerde güvensizlik %49 iken büyük şehir ve metropollerde bu oran %61 e çıkıyor.” S.191-192
Emre Erdoğan ve Pınar Uyan-Semerci’nin 2022 de yaptıkları kapsamlı bir araştırmanın çarpıcı sonuçlarından:
• “Kızının karşı görüşten biriyle evlenmesini istemeyenlerin oranı %83.
• Karşı görüşten biriyle ortak iş yapmak istemeyenlerin oranı %78.
• Karşı görüşten biriyle komşu olmak istemeyenlerin oranı %76
• Çocuklarının karşı görüşten biriyle arkadaş olmasını istemeyenlerin oranı %74.
Karşı görüşten kastedilen siyasal ya da dinsel manada farklı anlamları olabilir ama yorum ne olursa olsun sonuç aynı çıkıyor.” S.192
“TÜBİTAK Araştırmasında yukarıdaki tespitler sırasıyla; %90, %84, %80 ve %84 çıkıyor.” S.193
“15 Temmuz, Kürt sorunu ve Cumhurbaşkanlığı sistemi ile ayrışıyoruz. Gezi protestoları, 12 Eylül darbesi, 17/25 Aralık yolsuzlukları, 28 Şubat vb birçok konuda ayrışıyoruz.
Toplumsal güvensizliğin hüküm sürdüğü bir iklimde tek yapmamız gereken, yukarıdaki listeden bir konu seçip insanları biri birine düşürmek. O nedenle, hem beşeri hem ekonomik anlamda sağlıklı bir şekilde ilerleyebilmek için yol, köprü kadar toplumsal güven inşa projelerine ihtiyacımız var. Zedelenmiş toplumsal güven karnemizin düzeltilmesi için kurumlara olan güveni sağlamamız ve farklı guruplar arası diyaloğu artırmamız gerekiyor.” S.193-194
“Dünya siyasi tarihi kendi toplumlarını birbirine düşman ederek yükselen siyasetçiler albümü. Siyasetçinin amacı toplumdan en yüksek desteği almak. O desteği almanın en kolay yolu toplumda var olan etnik, dinsel ya da bölgesel farkları kaşımak ise siyasetçi onu yapar. İster Hitler’i örnek alın ister Trump’ı, ister Netanyahu’nun seçim zaferlerine bakın. Hepsinin ortak özelliği, toplumda zaten var olan yaraları kaşımak, kaşımakla kalmayıp kanatmak. Her ne kadar saydığım liderlerin her biri yönettiği ülkelere büyük bedeller ödetmişlerse de bu onları sandıktan zaferle çıkarmıştır. s.195 (Burada 7 Hazıran ile 1 Kasım seçimleri arasında Ülkemin kana bulamasıyla AKP nin yitirdiği iktidarı kanlı zaferle geri alması aklıma geldi.)
TEPAV’dan Araştırmacı Esen Çağlar’ın Araştırması
“Bir ülkede hukukun üstünlüğü arttıkça o ülkede toplumsal güven artıyor. Farklı kimliklerden, farklı kökenlerden, farklı sosyal sınıflardan gelen bireyler ancak bir yasal güvence altında kendilerini güvende hissediyorlar.” S.196
“Türkiye’de her grup geçmişten gelen travmalarla farklı kesimler hakkında hurafelerle yetişti. Sosyal medya o hurafelere modern safsatalar ekledi. Toplumsal huzur için eğitimde çocuklarımıza farklılığın bir zenginlik olduğunu gösteren, farklı kesimlerin tarihini ve geleneklerini önyargılardan uzak bir şekilde aktaran kapsayıcı bir müfredata ihtiyacımız var. F. Kentel’in araştırmasında görünen, bu müfredata destek yüzde 72 seviyesinde. Eğitim yoluyla toplumsal güven inşa projesinin bir ayağı da farklı kimliklerin ve kültürlerin tanıtılmasında yatıyor.” S.197
“Türkiye farklılıkları zenginlik olarak gördüğü zaman ilerleyecek, farklılıkları nefret unsuru olarak kullandığı oranda sefalete mahkûm olacaktır.” S.198
Sosyal medya kışkırtma, kırıştırma, kırdırmalarda önemli roller üstleniyor. Teknoloji devleri Facebook, Google ve Twitter, toplumu birbirine düşüren içeriklerle yaratılan acı olaylardan bir örnek: Olay Rusya’da yaşayan bir Rus vatandaşının Rusya’da masa başında oturarak ve yalnızca 200 dolarlık bir harcamayla ABD de yarattığı çatışmayı anlatıyor.
“Olay, ABD eyaleti olan Teksas’ın bir şehri Austin’de geçiyor. (Allbright, 2017) Facebook’ta yayınlanan iki ayrı ilanla halk aynı gün ve aynı adreste iki ayrı protesto eylemine davet ediliyor. Birinci eylem daveti Heart of Texas adlı bir gruptan geliyor. Bu grubun şiarı “Teksas’ın İSLAMİZASYONUNA SON”. Grup Facebook hesabından herkesi 21 Mayıs günü Teksas’ta Müslümanlara ait bir kültür merkezinin önünde protesto eylemine çağırıyor. “Amerika’yı Müslümanlar ele geçiriyor, gelin bu gidişatı durduralım” deniyor. İkinci eylem daveti ise “Uniteid Muslims of America” (Amerika’nın Birleşmiş Müslümanları) adlı bir gruptan geliyor. Bu grupta Facebook hesabından bir eylem çağrısı yapıyor. “İslami Düşünceyi Koruyalım” başlıklı bir çağrıda Austin bölgesinde oturan herkesi 21 Mayıs günü birinci eyleminde yapılacağı İslam kültür Merkezinin önüne davet ediliyor. 21 Mayıs geldiğinde iki grup kameraların önünde karşı karşıya geliyor. Ve bir süre sonra sokak çatışması başlıyor.
Olayın ilginç yanı şu: Eylemi planlayan hiç kimse o gün eyleme katılmıyor. Rusya’da yaşayan bir kişi tek başına 200 dolar ödeyerek bu iki eylemi masa başında planlıyor.
Yani ortada ne ‘Heart of Texas ne de ‘United Muslims of America’ diye bir organizasyon var. Bu iki sözde grup bir Rus ajanı tarafından Amerikan toplumunda var olan bir çatışmayı körüklüyor. Ve sadece 200 dolarlık bir harcamayla binlerce kilometre ötede yaşayan, ama birbirlerine güven duymayan iki grup birbirlerine daha da düşman oluyor.” S.199/200
1978 de Maraş’taki cami hoparlöründen yapılan “ Aleviler sinemaya ve camiye bomba attı” yalanındaki araç olan hoparlörün yerini günümüzde sosyal medya almış. Ve komşuyu komşuya düşman etmenin ne kadar kolay olduğunu gösteriyor.
NE KADAR BARIŞIK VE MUTLUYSAK O KADAR KALKINABİLİRİZ.
“Bir ülkenin refah seviyesini ölçmek için uzunca bir süre yalnızca ekonomik göstergelere bakıldı. Gayri safi milli hasıla, kişi başı milli gelir, kalkınma hızı, işsizlik oranı vb göstergeler bir ülkenin gidişatını anlamak için yeterli sayıldı. Zamanla ekonomik göstergelerin tek başına bir ülkenin refah seviyesini anlamada yetersiz kaldığı anlaşıldı ve bu göstergelerin yanına başta eğitim ve sağlık olmak üzere yaşam kalitesini ölçen sosyal göstergeler eklendi. Ancak son yıllarda bu göstergelerin de bir ülkenin refah seviyesini anlamada yetersiz kaldığı görülmeye başlandı. Çünkü bu göstergelerin hiçbiri doğrudan insanların mutluluk ve huzurunu kapsamıyor. Mutluluk odaklı refah tanımı, ilk defa 2011 yılında Birleşmiş Milletler tarafından yayınlanan “Yeni Bir ekonomik paradigma Tanımı: Huzur ve Mutluluk” başlıklı bir raporla resmiyet kazandı. BM 2012 yılında 20 Mart’ı Dünya Mutluluk Günü ilan etti. O tarihten bu yana her sene 20 Mart Dünya Mutluluk Günü olarak kutlanmaya ve Dünya Mutluluk Raporu düzenli olarak o gün tüm dünyada açıklanmaya başlandı. Artık dünyada refah düzeyi deyince ilk akla gelen kavramlardan biri mutluluk ve yaşam memnuniyeti. “ 203-204
“2013 yılında BM’in yaptırdığı bir araştırmada Türkiye 155 ülke arasında mutluluk bakımından 77. sırada yer alıyor. Aradan geçen yıllarda yapılan hukuksuzluklar, haksızlıklar ve yolsuzluklardan sonra 146 ülke arasında 112. sıraya düşüyor. 2021 de yapılan bir saha araştırmasında gelecekten umudunu kesenlerin oranı %54 e çıkmış.” S. 209 ve 213
Demek ki; artık GSM hasılanız ne kadarın yerine huzur ve mutluluk endeksiniz ne kadara bakılıyor.
Kişi başına düşen geliriniz kaç dolar yerine, kişilerinizin mutluluk ve refahı ne kadara bakılıyor. Çünkü bir toplum ne kadar barışık, güvende ve mutlu ise o oranda kalkınarak refaha ulaşabiliyor.
Selçuk Şirin Hoca’nın Son Sözü: “Ya yaşadığımız sefaleti çocuklarımıza daha ağır bir yük olarak devredeceğiz ya da mutlu ve huzurlu insanların yaşadığı yeni bir Türkiye için hep birlikte yeni bir kapı aralayacağız. Tercih bizim.” Demiş ve Mevlana’nın şu sözü ile son noktayı koymuş. “YOL, ANCAK YOLA ÇIKANA GÖRÜNÜR.”
KİTAPIN EKSİKLERİ: Şirin Hoca keşke o güzel grafik ve istatisklerle perçinlediği çalışmasında şu hususları da gösterebilseydi…
• Türkiye’nin MG, ordu ve silahlara bütçesinden ayırdığı payı çağdaş batı ülkeleriyle kıyaslamak.
• Türkiye’nin bütçesinden bilim, sanat, teknoloji ve kültüre ayırdığı payın batı ülkeleriyle kıyaslanması.
• Türkiye’de din ve diyanetin bütçeden aldığı payın kalkınmış batılı ülkelerle mukayese grafiği.
• Türkiye’nin eğitim ve sağlığa bütçeden ayrılan payla, kalkınmış batı ülkelerinin kıyaslanması.
• Türkiye’de AR-Ge çalışmalarına devlet ve özel sektör bütçelerinden ayrılan payın kalkınmış ülkelerle kıyaslamalı grafik ve istatiskleri olsaydı çalışma daha tam olurdu.
KİTAPIN HATALARI: Çalışmanın gördüğüm tek hatası Şirin Hoca, bu gün için Kişi başına düşen dolar rakamında çok iyimser davranmış. 2013 teki 12.000 doların üçte biri gitti diyor. Bana göre ise üçte ikisi gitti, üçte biri kaldı. Ama çalışması bu acı depremden önce yayımlandığı için olmuş olabilir. Ben artık kişi başı dolar seviyemizin 2001-2002 yılı seviyesine gerilediğine inanıyorum. 73 yaşımdayım. Türkiye’nin her tarafını gezdim. Bu güne kadar hiçbir yerde, hiçbir Türk vatandaşının manavdan, marketten iki elma, üç domates, bir ayva aldığına tanık olmadım. İki kilo elmanın yerini, iki elma, üç kilo domatesin yerini üç tane domates almış. Lokantalarda yemekleri iştahına gören yiyen vatandaşın yerini, yemeğin fiyatını sorarak iştahına uygun değil cebine uygun yemeği yer hale gelmiş.
YORUMUM: Türkiye’nın tüm kanayan yaralarının en doğru, en yalın teşhisi ile tedavileri bu kitapta var. Keşke tüm siyasi parti liderleri bu kitabı okuyarak rehber edinseler.
ÖNERİLERİM:
• Herkes karşı mahallede hatalar aramadan önce kendi mahallesinin hatalarını görsün ve o hatalarla mücadele etsin.
• Herkes eş, iş, arkadaş ve ortak ararken yalnız kendi mahallesine bakmasın. Karşı mahalleye de baksın. Karşı mahallede de iyi, doğru, dürüst ve çalışkan insanlar vardır.
• Herkes hayır, sevap, iyilik, güzellik vb lerini yalnız kendi mahallesine yapmasın. Öteki mahallede de muhtaç, iyi ve güzel insanları bulmalı.
ZORUNLU AÇIKLAMAM: Şirin Hoca’nın önceki kitaplarından çok aldım ve aldırdım. Bu kitabına ilişkin yaptığım bu çalışmayı okuyacak az sayıdaki insan, artık bu kitabı alıp okumaya gerek kalmadı, bu çok iyi bir özet diyerek kitabı almaktan vaz geçebilir. Ama ben bu özeti okuyanların mutlaka kitabı da alıp okumalarını öneririm. Çünkü buraya alamadığım (beceriksizlik ve yeteneksizliğimden) çok değerli araştırma sonuçlarına ilişkin tablolar, grafikler ve istatiskler var. Buna rağmen okuyanlarım kitabı almaktan vaz geçerlerse Şirin Hoca kusura bakmasın ve önceki kitaplarına yaptığım katkıya saysın.
MEHMET YÜREK
DERSİM ÇOBANI
“Ne gördüğüm hakikati gizlemekten hoşlanırım ne de bunu açıkça ifade etmekten korkarım. Aydınlık ve karanlık arasındaki, bilim ve cehalet arasındaki savaşa her yerde katıldım. Bundan dolayı her yerde zorlukla karşılaştım ve cehaletin babaları olan resmi akademisyenlerin yanı sıra kalın kafalı çoğunluğun öfkesinde hedef olarak yaşadım.” Giordano Bruno
“İNANMAK, DÜŞÜNMEKTEN KOLAY!
BU YÜZDEN, DÜŞÜNENDEN ÇOK İNANAN VAR.”
.
“Fikirlerini değiştirmemekle övünen, hep dosdoğru yolda olduğunu öne süren, insanın hata yapmayacağına inanan biri ahmaktır.” (Honore de Balzac. Ö.1850-Paris)
“DİN, MELEKELERİMİZİN SERBESTÇE KULLANILMASINI BLOKE EDEN YASAKLAR BÜTÜNÜDÜR.” (Salomon Reinach Ö. 1932-Paris)
“ZALİMLERİN ÇARKI, CAHİLLERİN ÇALIŞMAYAN KAFALARIYLA DÖNER.” (Viktor Hugo. Ö.1885-Paris)
“EĞER TANRI İNSANI YAŞAMAYA ZORLADIĞI HAYATI KENDİSİ YAŞAMAK ZORUNDA KALSAYDI KENDİNİ ÖLDÜRÜRDÜ.” ( Alexsandre Dumas. Ö.1870-Fransa)
“ZENGİNLER FAKİRLERE TANRIDAN BAŞKA BİR ŞEY BIRAKMADILAR.” (Friedrich Nietzsche. Ö.1900-Almanya)
“DİN FAKİRLERİN ZENGİNLERİ ÖLDÜRMEMESİNİ SAĞLAR.” (Napoleon Bonaparte. Ö.1821-Fransa)
1 Yorum